9 Aralık 2016 Cuma

"Japon Anime ve Mangaları" Hakkında

Japon kültürüne hayran biri olarak ister istemez kendimi anime ve manga dünyasının içinde buldum. Bir süre amaçsızca okuyup izledikten sonra anladım ki sadece hayt huyttan ibaret olmayan bu eserlerin, birer alt metni bulunuyormuş aslında. Tam da Japon kültürüne uygun bir toplumsal mesaj. Bu toplumsal mesaja girmeden önce konuyu biraz açmak istiyorum.

Manga diye tanımladığımız şey aslında bir nevi çizgi roman. Gerçek bir sanat eseri olduğunu da kabul etmemiz gereken bu mangalardaki çizimler çoğu zaman hayal gücünün bir adım ötesinde geçiyor ve bizleri farklı dünyalara taşıyabiliyor. Her hafta yayınlanan mangalar olduğu gibi yılda 1-2 kez yayınlanan, insanı beklemekten çürüten mangalar da olabiliyor. Bu mangaların tv serisi olanına ise Anime deniliyor. 

Bazılarının düşündüğü gibi Anime çizgi film ya da animasyon değil. Japon Çizgi Filmi denilmesi ise hakaret olarak addedilir. Ülkemizde izlediğimiz Pokemon, Tsubasa gibi animeler çocuklara hitap ettiğinden, bunların da çizgi film olduğu düşünülür ancak değildir. Konu olarak ise çok geniş bir yelpazeye ve hayal gücüne sahiptir.  Bir çok manga yetişkinlere hitap etmekte hatta çocuklardan bilhassa uzak tutulmaktadır. Animelerin bir kısmı ise Japon kanallarında "Prime Time" diye tabir edilen akşam saatlerinde yayınlanacak kadar yetişkinlere hitap eder. 

Gelelim alt metni oluşturan kısma. Tabi ki bütün hikayelerde bir ya da birden fazla başrol kahramanı bulunur. Bunların çoğunluğu liseli ve ergenliğin göbeğindeki gençlerden oluşur. Baş karakteri yirmili yaşların üzerinde hatta yaşlı olan hikayelerde hatırı sayılır derecede fazladır. Baş roldeki kahraman genellikle fakir ve saygı görmeyen kişidir. Birden fazla başrol varsa büyük ihtimal biri saygı görmeyen diğeri ise altın çocuk olarak bahsedilen kişilerdir. Onlarca bölüm saygı görmeyen zayıf kahramanımız, en sonunda kendini adım adım geliştirerek güçlenir ve herkesin takdirini kazanır. Öyle ya da böyle kendisine imkansız olduğu dikte edilen konuların hepsinde başarılı olur. Bu tip manga ve animeler daha çok lise çağındaki gençlere hitap eder. 


Evet işte Japonlar, çocuklarına, gençlerine aslında alt metin olarak her mangada, her animede bu felsefeyi aşılamaktadırlar. Asla vazgeçmemeyi, sürekli çalışmayı ve hep ilerlemeyi. Yetmezmiş gibi tüm bunları yaparken rakiplerine saygılı olmayı, adil olmayı da öğretirler. Rakip ne kadar adaletsiz olsa da ona yardım eli uzatmayı öğretirler. Herkesin değişebileceğini, iyi bir insan olabileceğini öğretirler. Dostluğun, arkadaşlığın önemine değinir, onlar için her şeyden vazgeçebilmeyi aşılarlar. Günümüzde Japon kültürünün değişime uğradığı söylense de, sonuç ortada. 

Peki biz çocuklarımıza neyi aşılıyoruz??? Sosyal medyanın, televizyonun bu kadar etkili olduğu bir dönemde ancak zengin kız fakir oğlan ana fikirli diziler, saçma sapan kavgalı küfürlü yarışma programları, sadece maddiyata dayalı evlilik programlarıyla gençlerimizi zehirliyoruz. Ergenlik çağına gelmiş gençlerimiz; en az emekle en çok kazancı nasıl elde edeceklerini, rakiplerinin üzerine basarak nasıl yükseleceklerini, çaktırmadan başkasının hakkını nasıl çalacaklarını ve hatta tecavüz edip bunu nasıl meşru göstereceklerini öğreniyorlar. 

Sevgiden, dostluktan bihaber kalan yeni neslimize miras olarak bıraktığımız değerlere bir dönüp bakın isterim. Ülkenin ekonomik olarak ne durumda olduğuyla hiç ilgilenmiyorum ancak karakter olarak uğradığımız erozyon inanılmaz derecede büyük.  Batının da doğunun da bütün ahlaksızlığını benimseyip, iyi olan yanlarını elimizin tersiyle itiyoruz bu günler de. İslamiyeti dahi ahlaksızlıklara alet edip, adaletsizliği kendimize düstur ediniyoruz. Hak ve hukuk sadece kelime olarak dillerimizde var olurken, ne felsefe olarak yüreğimizde ne de sistem olarak devletimizde yer bulamıyor. Gelecekten yana endişem bundan sebeptir. Yarın bir süper güç olsak bile (ki imkanı yok), böyle bir karakter ile yaşamak zorunda kalacak gelecek nesillerimize üzülüyorum. Annelere babalara sesleniyorum; çocuklarınıza anime izletin, manga okutun ki daha güzel insanlar olsunlar. Saygılar, sevgiler...


Bir Anime Tavsiyesi: Steins;Gate
https://en.wikipedia.org/wiki/Steins;Gate


Bir Manga Tavsiyesi: Gantz


18 Kasım 2016 Cuma

Ümmiye Koçak'ın Sıradışı Hikayesi

Yıllardır ülkenin gündemi o kadar farklı ki bir sürü güzel olayı kaçırıyoruz. Bu da o tür hikayelerden biri. Ben maalesef yeni öğrendim, belki birçoğunuz biliyordu ama bilmeyen herkesin de öğrenmesini istiyorum. Kişisel gelişimimize katkısı olacak insanlardan biri olduğunu düşünüyorum. 

Ümmiye Koçak ilk bakışta klasik bir Anadolu kadını ama onu tanıdıkça azmin, aklın ve inancın vücut bulmuş hali. Adana'nın bir köyünde dünyaya gelmiş ve ülkemizde bir çok kadının başına geldiği gibi okuma fırsatı bulamamış. Maddi yetersizlik ya da ailevi gelenekler sebebiyle eğitim konusunda ilkokuldan ileriye gidememiş. Bu konuda hiç bir zaman ailesini suçlamamış, ancak kaderine razı olmak yerine bundan sonraki dönemde kendini yetiştirmeyi seçmiş. Bir çok kitap okumuş, öykü yazmış. Hem de bunları iki çocuk büyütürken, başında başörtüsü, üzerinde basma eteği tarlada çalışırken yapmış. Ne maddi yetersizlikler, ne imkansızlıklar ne de başka olumsuzluklar onu inandığı yoldan çıkartamamış.

Hayatının buraya kadar olan bölümü dahi takdire şayan iken, bundan sonrası adeta bir peri masalı gibi. Çünkü bu noktadan sonra bireysel gelişimi bir adım öteye taşıyarak köyün kadınlarını örgütlemeye başlamış. Ve köy kadınlarından bir tiyatro ekibi oluşturmuş. Bunu ilk okuduğumda bir süre algılamakta zorluk çektim. Günümüzde on binlerce okumuş akil(!) insan dururken, sadece ilkokul eğitimi görmüş bir köy kadını nasıl bu kadar vizyon sahibi olabilirdi. Gözlerim dolmaya başlamıştı zaten bu noktada. 


Eli öpülesi Ümmiye Teyzem bununla da kalmayıp oyunlar sahnelemeye başlamış ekibi ile birlikte. Önce  hazır birkaç hazır senaryoyu oynadıktan sonra, kendisinin yazdığı "Kadının Feryadı" adlı oyunu sahneye koymuşlar. Ama ilk defa bir festivalde, Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festival'inde "Hasret Çiçekleri" adlı oyunu ile sahne almış. Toplamda yedi adet oyun yazmış. Hiç birini izlememiş olsak da isimlerinden Anadolu kadınının hikayelerinin anlatıldığını anlayabiliyoruz. 

Her seferinde bir adım ileriye giden, çıtayı biraz daha yükselten Ümmiye Koçak uzun metraj bir film de çekmiş. Kadına şiddeti konu alan filmin adı "Yün Bebek". 49. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde galası yapılan bu film, New York'ta düzenlenen Avrasya Film Festivalinde de gösterilmiş. New York'ta Sinemada en iyi Avrasyalı kadın ödülünü de bu film sayesinde kazanmayı başarmış. Birde Sabancı Vakfı tarafından düzenlenen "Fark Yaratanlar" programında "Afife Jale'nin Ruhunu Taşıyan Kadın" unvanına layık görülmüş. Sonuna kadar hak ettiği konusunda kimsenin bir şüphesi yoktur sanırım. 



Hikayenin sonunda burnumu çekip dolan gözlerimi sildiğim doğrudur. Bu
hikayede atladığım bölümler ya da anlatılmamış kısımlar olabilir.  Buna rağmen takdire şayan bir başarı öyküsü. Bizim gibi şehirde büyümüş, bütün olanaklardan faydalanmış, yediği önünde yemediği arkasında olan kişiler için, Yeşilçam Hikaye'si gibi acıklı başlayıp mutlu biten bir filmden farkı yok bunun. Tam ümidimi keseceğim anlarda bu tip hikayeler ile karşılaşıyorum ve kendime "İşte benim insanım bu, hala bir umut var" diyorum. Hemen ardından, vazgeçmek yerine azmeden ve başaran bu insanları gördükçe, bir çırpıda teslim olduğum, hemen kabullendiğim zamanları hatırlıyor ve utanıyorum. Kadehimi Ümmiye Teyzelere kaldırıyorum, siz çok yaşayın emi, çok yaşayın...

7 Kasım 2016 Pazartesi

İfade Özgürlüğü Hakkında

 İfade özgürlüğünün en çok konu edildiği ve tartışıldığı ülkelerden birinde yaşıyoruz. Bu kadar tartışmanın olduğu yerde ifade özgürlüğünün aslında neyi ifade ettiğini ya da ne gibi kazanımlar getirdiği konusunda bilgisiz olduğumuzu düşünüyorum. 

Düşünme zihinsel bir süreç, "İfade" ise onun bir ürünüdür. Düşüncenin özünde değer yargıları, toplumsal görgü ve gelenekler, eğitim seviyesi vb. değişkenler bulundurur.


İfade özgürlüğü birçok ülke ve topluluğun yasalarında güvence altına alınmıştır. 

Mesela Avrupa birliği şu şekilde bir madde ile korumuştur bu özgürlüğü;
  • "Herkesin ifade özgürlüğü vardır. Bu hak; insanların fikirlere sahip olma ve bilgiyi halk otoritesi olmadan, sınırsızca alma ve verme hakkını tanır."
Ülkemizdeki anayasalarda ifade özgürlüğünün tanımı ise şu şekilde yapılmıştır;
  • "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir."
  • "Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz."
Tabi ki ifade özgürlüğü, kimsenin kişisel hak ve özgürlüklerinin sorgulanması ya da aşağılanması şeklinde olamaz. Bir kişiye hakaret etmek, iftira atmak, özel yaşamı hakkında toplumu ilgilendirmeyen şeyler söylemek gibi fikri niteliği olmayan şeyler, ifade özgürlüğünün korumasından faydalanamaz. Ülke çıkarlarını kötü yönde etkileyecek ifade biçimleri de herhangi bir korumaya sahip olamaz. Şiddete teşvik eden, onu öven ve hatta şiddete davet eden düşünceler, asla ve asla ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez. Bunlar kendi içerisinde yasal suç olarak değerlendirilir. 

Baktığınız zaman çok güzel açıklanmış gibi görünüyor. Tabi iş sadece bu maddeler ile bitmiyor. Özellikle ülkemizde bu maddelere ek olarak, daha bir çok kanun maddesi bulunuyor ve bunlar bazı konularda birbiriyle çelişiyor. Bu gibi durumlarda ise hemen şu cümle imdadımıza yetişiyor "Uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir". İşte bu cümle görüldüğü anda özgürlük kelimesi tamamen anlamını yitiriyor. Anayasada var olan bir maddenin uygulanma şekli çıkarılmış ya da çıkarılacak kanunlara göre yapılıyor. O kanunu çıkaran kişinin keyfine göre, usuller değiştirilebiliyor, kanunlar düzenlenebiliyor. 

Gel gelelim asıl sıkıntı ise düşüncemizi paylaştığımız platformlar ile ilgili oluyor. Kanunda var olan özgürlük hakkımız, bu özgürlüğü yaşayabileceğimiz alanların kapatılması, engellenmesi gibi eylemlerle tamamen anlamsız hale getirilebiliyor. Toplanma, yürüyüş, bildiri gibi enstrümanlar kullandırılmıyor. Aynı mantıkla haber alma hakkı da engelleniyor. Bu mecralara da uydurma sebepler ile el koyma, kapatma veya sansür gibi baskılar uygulanıyor. Düşüncesini dile getirecek hiç bir mecra bulamayan insanlar ise normal olarak özgürlüklerinin kısıtlandığını hatta tamamen ellerinden alındığını düşünüyorlar. Dolaylı yoldan kısıtlanan bu ifade özgürlüğü toplum içerisinde ayrışmaya ve çatışmaya yol açıyor. Çünkü bir düşünceyi savunanlar ifade özgürlüğüne sahipken, Diğerleri bu haktan mahrum bırakılıyor.

İfade özgürlüğünün ne demek olduğunu ve nasıl kısıtlandığını anladık. Peki ifade özgürlüğünün ne gibi bir faydası var? Ülke tamamen tek ses olsa daha iyi olmaz mı? İfade özgürlüğünün ne gibi kazançları olduğuna bakalım bir de.

  • İfade özgürlüğü beraberinde karşıt görüşleri de ortaya çıkaracaktır. Fikirlerin serbestçe dile getirildiği bir toplumda kamusal meseleler hakkında sağlıklı fikir edinmek ve neyin kamunun iyiliğine olduğunu hep birlikte tespit etmek mümkün olacaktır. Bu sayede ilerlemeye açık, kendini geliştiren bir sistem kurulacaktır. Farklı fikirlerin olmadığı bir ortamda gelişimden söz etmek neredeyse imkansızdır. 
  • Yasaklamanın her zaman bir ters etkisi olacaktır. Fikirleri yasaklamak onların kaybolmasına sebep olmayacak aksine bu fikir yanlış bile olsa, yanlışlığı akılcı yollar ile kanıtlanmadığı sürece daha da güçlenecektir. Yani ifade özgürlüğü yanlış fikirlerin doğruya dönüşmesi için faydalıdır. 
  • İfade özgürlüğü toplumsal çatışmanın da önüne geçecektir. Medeni bir tartışma ortamı, insanların orta yolu bulmasında ya da farklılıklarını kabul ederek birbirlerine saygı duymaları konusunda faydalı olacaktır.
Sonuç olarak insanlar düşünme yeteneğini kaybetmediği sürece, ifade özgürlüğü ilerlemenin, gelişmenin ve toplumsal barışın anahtarı olacaktır. Bu özgürlüğün olmadığı toplumlar ise yerinde sayacaktır hatta daha da geriye gidecektir. İlerleyebildiğimiz günleri görebilmek dileğiyle...


3 Kasım 2016 Perşembe

Nokia Neden Battı?

Nokia CEO'su göz yaşları içerisinde "Biz hiç bir şeyi yanlış yapmadık" diyerek ağlamıştı, tam da Nokia Microsoft'a devir olduğu sırada. Ancak teknoloji o kadar hızlı gelişmişti ki ayak uyduramamıştı Nokia. Aslında ayak uyduramamak değilde, kendi kurdukları pazarın başka oyuncular tarafından farklı bir strateji ile yerle bir edilmesiydi. Şu an Microsoft tarafından Foxconn'a satılmış olan markanın değeri milyar dolarlardan milyon dolarlara kadar gerilemiş durumda.

Nokia'nın cep telefonu satış stratejisini bilmeyenler için kısaca şöyle açıklayabiliriz; "Minimum değişim ile maksimum kazanç". Her ay yeni bir model piyasaya sunan Nokia, ürünlerdeki geliştirmeyi ise buğday tanesi kadar yapıyordu. Çoğunlukla donanımsal değil kozmetik değişimler gerçekleşiyordu. Örneğin; 1MP kamerası olan modeli geliştirdiğini söyleyip 1,01MP lik kamera ile yeni modelini piyasaya sunuyordu. Ve hiç bir model bütün özellikleri bir arada iyi olarak sağlayamıyordu. Yani MP3 dinlemek isteyen farklı bir model, iyi fotoğraf çekmek isteyen farklı bir model almak zorunda kalıyordu. Sırf bu sebeple iki tane telefon alan insanlar oluyordu. Benim yaş gurubumda olan kişilerin en az bir adet Nokia modeli kullandığı dönemlerden bahsediyorum. Bu sayede Nokia ortalığın tozunu atıyordu o dönemlerde.



Tabi pazar çok büyüktü ve büyümeye de devam ediyordu. Rakipleri Samsung, Sony, Panasonic, Motorola gibi firmalar ise yeni teknoloji üretmeyip Nokia ne yapıyorsa onu takip ediyordu. İşin yazılım kısmında da Nokia çok ilerdeydi. Symbian işletim sistemi ile bugünkü "application" mantığının ortaya çıkmasına sebep olmuş bile olabilirler. 



Peki ne oldu? Nasıl oldu da bu kadar dev bir yapı kısa zaman içerisinde tamamen enkaza dönüşebildi? Cevap basit aslında; Steve Jobs ismindeki bir dahi, ihtiyacımız olan her şeyi tek bir sistem içerisine toplayarak Nokia'nın çöküşünün fitilini ateşlemiş oldu. Kullanıcılar yıllardır arzu ettikleri her şeyi yapan bir cihaza ulaşmışlardı en sonunda. Üstüne üstlük dokunmatik ekrana sahipti ve bu keşfedilecek heyecan verici yepyeni bir teknolojiydi. Sonrasında ise Apple harika bir strateji belirledi. Onlarca yeni model yerine tek bir modelin her yıl geliştirilmiş versiyonlarını sunmaktı bu plan. Iphone 2G ile 5S arasındaki gelişim hakikaten takdir edilecek durumdaydı.


Bu süre zarfında Nokia, önce her zamanki stratejisine devam etmeye çalıştı. Bu stratejinin yürümeyeceğini fark etmeleri dahi çok uzun sürdü. Samsung, Sony gibi rakipler daha çabuk ayak uydurdu ama onlar bile geç kaldı. Akıllı telefon denen dokunmatik ve her opsiyonu en yüksek derecede içinde barındıran cihazlar peynir ekmek gibi satılırken, klasik cep telefonu kullanıcıları yavaş yavaş azaldı ve sonunda o telefonlar ananelerin babaannelerin eline düştü. Çaresizce Microsoft'un eline düşen Nokia, kendisi gibi mobil pazarda kaybeden bu partner ile iyice çöktü. Yakın zaman da tarihin tozlu yaprakları arasında yerini alacağına ise kesin gözüyle bakılmakta.

En başa dönecek olursak, CEO demişti ki "Biz hiç bir şeyi yanlış yapmadık". Aslında ilk başlarda harika ilerleyen sistemi, para hırsı ile uçuruma sürüklediler. Bütün ipler ellerinde olduğu için kullanıcıları aptal yerine koydular. Kimseyi kandırmadılar tabi. Dünya Kapitalist bir düzende döndüğü için daha iyisi çıkana kadar hep yeni Nokia'yı aldık. Ama tüketici hiç bir zaman sadık değildir. Daha iyisini daha ucuza buldukları anda onu satın almak konusunda bir dakika bile düşünmezler. Kullanım alışkanlıkları çabuk değişir. Zaten insan en kötüsüne bile hemen adapte olabilirken daha iyisine neden alışmasın ki. İşte bu sebeple, batmayacak bir Titanic ürettiğini sanan Nokia, Titanic kadar çabuk olmasa da aynı şekilde yavaş yavaş suyun dibini boyladı.


Şu an baktığımız zaman Apple'da aynı hataya düşmeye başladı. 5S sonrasında hatırı sayılır bir gelişme görülmezken fiyat konusunda da hiç bir değişim olmuyor. Akıllı telefon üreticileri halen Apple'ı takip ediyor. Birisi çıkıp piyasanın taleplerine yanıt verebilecek farklı bir teknoloji sunduğu anda yeni bir döneme gireceğimize eminim.

Sonuç olarak bu hikaye çok basitçe şunu anlatıyor; Asla "ben "oldum"" deme, her zaman gelişmeye devam et ve seni sevenleri, sana inananları aptal yerine koyma. Teknolojide ve ticarette bunu başarabilenler ayakta kalmaya devam edecek. Aslına bakarsanız bu düşünce tarzını kendimize düstur edinmemiz, bu dünyadaki varlığımızı sürdürmemiz için olmazsa olmazdır. Yarın kim bilir neler öğreneceğiz, kim bilir hangi konuda kendimizi geliştireceğiz asla tahmin bile edemeyiz. Tahmin edebileceğimiz tek şey, gelişimi ve değişimi kabul etmeyenlerin her zaman geride kalacağı. Ön saflarda görüşmek üzere...


30 Eylül 2016 Cuma

Karakter Nasıl Oluşur?

Bu konuda bir çok teori var aslında. Bu teorilerin içerisinde genler, aile, çevre, okul ve bunun gibi farklı faktörler yer alıyor. Bakacağınız bir çok farklı örnekte bunların hepsinin etkisinin olduğunu göreceksiniz. Ama hangisi ne kadar etkili. Gerçekten karakterimiz oluşurken en büyük gelişmeyi sağlayan nedir?

Bunların başını tabi ki genler çekiyor. Maalesef ailemizi seçemiyoruz. Seçebiliyor olsak herkes bili madamı, mühendis, topçu, şarkıcı genine sahip olmak isterdi. Eğer bunlara sahip değilseniz gelişime açık bir gene sahip olmak için dua etmelisiniz. Çünkü karakter dediğimiz olay gelişme gösteren bir olgudur.

Bir diğeri tabi ki aile ve en çok da anne. Bazı araştırmalarda, kişinin karakter oluşumunda annenin %80 oranında etkisi olduğu görülmüş. Aile içerisinde tadılan sevgi, görgü insanın içine küçük yaşlarda işliyor. Okul çağına gelene kadar oluşan karakter neredeyse tüm hayatımızın yolunu çiziyor. 

Okul. İnsan, ailesinden ayrı kalabalık bir grup ile ilk defa okulda karşılaşıyor. Bu zamana kadar aile ve genlerden gelen olgular başka genler ve ailelerden oluşan olgular ile çarpışmaya başlıyor. "İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur" diye bir atasözümüz var bildiğiniz gibi. Bu da aslında öylesine söylenmiş bir söz değil. Gerçekten de okulun ilk yıllarında bir insanın karakterinin %90'ı oturuyor. Bu yaşta inatçı olan bir insanın on yıl sonra çok da uyumlu olduğu görülmüyor. Ya da çocuk oyunlarında bile hırslı olan kişiler büyüdüklerinde aynı hırsı iş hayatlarında da gösteriyorlar. 

Geriye ise anca %10 kalıyor. Bunu da çevresel faktörler, iş hayatı, evlilik gibi değişkenler etkiliyor. Ama insanların kendini tanımlayan o ana özelliklerinde çok büyük bir değişiklik olmuyor. Tabi burada büyük travmalar yaşamış insanları ayrı tutuyorum. Depremde göçük altında kalan, bütün ailesini kazada kaybeden ya da savaşta gazi olan gibi kişilerin karakteri değişebilir. Bunu da doğal olarak görmek gerekir. 

Sonuçta TDK diyor ki; Karakter, Bir bireyin kendine özgü yapısı, onu başkalarından ayıran temel belirti ve bireyin davranış biçimlerini belirleyen, üstün ana özelliktir.

Şimdi kendinize bir sorun, sizi tanımlayan üstün özelliğiniz kendinizi bildiğiniz günden beri hiç değişiklik gösterdi mi? Eğer göstermedi diyorsanız iyi bir ebeveyn olmaya özen gösterin. Sizin genlerinizi taşıyan çocuklar yine sizin verdiğiniz eğitim sayesinde iyi birer insan olacak ya da olmayacaklar. Onlara iyi bir gelecek hazırlamak istiyorsanız ev almayı, yazlık almayı boş verin. Lüks bir hayat sunmasanız da olur. Karakterin oluştuğu o kısacık zamanda çocuklarınızın yanında olun. Gelecek gerçekten sizin ellerinizde...

22 Eylül 2016 Perşembe

Bardağın Boş Tarafı

Ünlü bir deyiş vardır hepiniz bilirsiniz "Bardağın dolu tarafından bakmak". İyimserlik olarak kullanılan bu cümlede hep bir terslik olduğunu düşünmüşümdür. Bana kalırsa tembelliği anlatan bir cümledir.

Halen doldurabileceğim yarısı boş bir bardağın varken, dolu tarafı ile yetiniyor olmak tembellik değil de nedir? Bardağın boş tarafını görüp bu boşluğu doldurabilen insanlar alıp başını giderken, biz(siz) tembeller yerimizde saymakla yetiniyoruz. Sorunları çözmek yerine onların üzerini örtüyoruz, eksik takım arkadaşımızı bahane edip yenilgiyi kabul ediyoruz, zirveyi tırmanırken yoruluyoruz ve bu kadarı da bir başarı deyip geri dönüyoruz. Zaten baktığınız zaman iyimserlikle tembellik arasında ince bir çizgi bile yok. Birisi diğerini tetikliyor.

Bir Çin Ata-sözünde söylendiği gibi "Boş bardak bir gün dolar". Belki de bir Türk Şarkıcı söylemiştir bu sözü. Velhasıl kelam bardağın boş tarafını görmekte hiç bir sorun yok. Ama bana soracak olursanız tembellik tam ben işim. İyimserlikte ise zirveyim.

Pozitif Ayrımcılık

Gördüğüm kadarı ile bir çok kişi bu kavramın ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyor. Gözlemlediğim kadarı ile Çoğu zaman, güçsüz olanın kayrılması gibi bir uygulama  zannediliyor. Ancak işin aslı böyle değil.

Pozitif ayrımcılık aslında; bazı sebeplerden ötürü dezavantajlı olan guruplara, herkes ile aynı şartlarda yaşayabilmeleri, çalışabilmeleri için sunulan ekstra haklar ya da yapılan düzenlemelerdir.

Çokça kadınlar için dile getirilen bu kavram, erkek hegemonyasındaki dünyada, kadınların sahip olduğu fiziksel farklılıkları eşitlemek olarak anlaşılmalıdır. Aslında konunun özünde hep eşitlik var. Kadın-Erkek, Engelli-Engelsiz, Müslüman-Hristiyan hepimizin eşit olamsı gerektiği.

Örnek vermek gerekirse; geçtiğimiz yıllarda, sahası kapanan futbol takımlarının maçlarına sadece kadınlar ve çocuklar alınıyordu. Adına da pozitif ayrımcılık deniliyordu ki hiç alakası dahi olmayan bir uygulamaydı. Kadınların ve çocukların zaten maçlara gitme özgürlüğü olduğu için aslında eşit haklara sahip olan iki taraftan birini kayırmaktan öte gidemedi. Kısa sürede de yok olup gitti bu uygulama.

Ülke insanı olarak mazlumun yanında, yenilenin destekçisi, fakirin dostu olma gibi bir duygusallığımız mevcut. Bu sebepten sanırım, büyük eziyetler çeken, dayak yiyen, hor görülen, küçümsenen kadınların, bir miktar kayırılmasına da destek veriyorum tabi ki. Sadece pozitif ayrımcılık kavramını doğru idrak edip haklı ve yerinde uygulanması konusunda daha hassas olunması gerektiği kanaatindeyim.

Hepimiz hayatımızda bu tip örneklere denk geliyoruz ve geleceğiz. Duyarlılığımızı koruyalım, handikapı olan kişilerin bizden farklı haklara sahip olmalarını yadırgamayalım. Gerçek pozifit ayrımcılığın destekçisi olalım. Hadi inşallah...


18 Eylül 2016 Pazar

Tatil Görgüsüzlüğümüz

Evet yine bir tatil var önümüzde ve planlar çoktan yapıldı. İstanbul, yurdun 4 bir yanına yayılacak ve fütursuzca plajlara, beachlere akın edecek. Bunun sonucu olarak sosyal medyada tatil fotoğrafları tavan yapacak.

Kimsenin fotoğraf paylaşmasıyla ilgili bir sorunum yok. Arkadaşlarıyla ailesiyle ya da tek başına mutlu olduğu, ilginç bulduğu anılarını paylaşması en doğal hakkı herkesin. Gel gelelim uçak bileti pasaport ikilisi ile başlayıp, havuza ya da denize dönük yanmış bacak fotoğrafı kalitesinde devam eden kitle beni çok rahatsız etmekte. Herşey tamam da, bildiğimiz mantının, köftenin, balığın fotosunu çekme görgüsüzlüğü nedir. Ben eğleniyorum, ben daha çok eğleniyorum hayııırrr en çok ben eğleniyorum minvalinde tatsız paylaşımlar kaçınılmaz bunu hepimiz biliyoruz.


Buradan memleketinde kalmayı, dinlenmeyi seçen herkese sesleniyorum; "telefonlarınızı gömün, sosyal medya hesaplarınızı dondurun". Zira çok sevdiğiniz arkadaşlarınız dahi bu gaflete düşecek. İşte bu ahval ve şerait içinde dahi onlara kızmayın, sinirlenmeyin. Yaz bitiyor, hep beraber bunalıma gireceğimiz günler çok uzak değil. O günlerde görüşmek üzere.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Sia Hayatıma Nasıl Girdi?

Sakin olun, bir ilişkimiz falan olmadı tabi ki. Sadece şarkılarını dinlemeye nasıl başladığımın hikayesi bu. Aslında hepimizin hayatında gerçekleşen küçük dokunuşların hikayesi.

Tarih biraz eski, sanırım 2005. Ama bu hikayenin baş rolüyle tanışmam çok daha eskiye, 98 yılına denk geliyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bir kız arkadaş hikayesi. Kız arkadaş dediysem büyük düşünmeyin; mahalleden dışarı çıkamadığımız, abiden korktuğumuz, elimi beline atmamın heyecan yarattığı, elimin göğsüne azıcık değmesinin bir çağın değişmesi kadar önemli olduğu dönemler. İnsanlar saf, İnternet yok, ilişkiler naif, seks aklımızın köşesinden dahi geçmiyor, hem yaş olarak küçüğüz, hem de tecrübesiziz. Kısa bir arkadaşlık bizimkisi.

Dönelim 2005'e. Artık herkeste İnternet var, dahası MSN var! İlkokul arkadaşını bulmak çok popüler o dönemlerde. Herkes çılgınlar gibi ilkokul arkadaşlarıyla buluşuyor. Hiç ilkokul arkadaşıyla buluşamayan ise ayıplanıyor, asosyal olmakla, inek olmakla suçlanıyor. Konuya dönersek, Nasıl olduğu hiç aklımda değil ama bir şekilde İnternet'te denk geliyoruz bu eski kız arkadaşımla ve konuşmaya başlıyoruz. Artık çocuk değiliz, ikimizde büyümüşüz ve hayatın boktan tarafı ile karşılaşmışız. Belli ki ikimiz de dertliyiz. Ben başka bir şehirde üni. okuyorum o ise İstanbul'da okuyor. Dertleşiyoruz sadece. Bana bunalım takılmanın şifrelerini veriyor. Ne müzik dinliyorsa ben de dinliyorum. Ama bunlardan en çok Sia-Sunday şarkısı beni yakalıyor. Sonra bir de Sia-Breath Me dinliyorum ki kendimi kessem suçlusu o. Çünkü onun yüzünden dinlemeye başlamışım bu Sia denen harika sesli rahatsız kadını. Nedense bir kaç ay konuştuktan dertleştikten sonra iletişimimiz yine kopuyor.

Peki niye anlattım bu hikayeyi. Çünkü bugün görüyorum ki Sia yeni albümü ile inanılmaz popüler olmuş ve listeleri, cafeleri, restoranları şenlendiriyor. Ben o zamandan beri hep takip ediyordum tabi kendisini. Şimdi birisi yanımda, Sia'nın bir şarkısını dinleyip övgü dolu sözler söylediğinde, ya içimden "ben onu çok önceden keşfettim" diyor, ya eski şarkılarını öneriyorum ya da bu hikayemi anlatıyorum.

Belkide hayatıma tek katkısı Sia olan bu arkadaş gibi birçok kişi var. Onların küçücük dokunuşları bizi biz yapıyor, olgunlaştırıyor, geliştiriyor. Bu gibi küçük olaylar o kadar çok ki, aslında sadece birkaçının farkına varabiliyoruz. Hayatımıza küçücük de olsa katkısı olan herkesin şerefine...

18 Ağustos 2016 Perşembe

Onun Adı: Rosemary

Anlatmak istediğim küçük naif bir hikayem var. Ve bir de bu durumu kabullenemeyen bir aklım var.

Geçtiğimiz günlerde İzmire bir iş seyahatı yapmam gerekti. Arkadaşım ile biletleri aldık uçağımıza bindik. O cam kenarına ben orta koltuğa yerleştim. Yanımdaki arkadaşa da "şimdi yanıma güzel bi kız geliyormuş, ohhh" dedim. Bu lafımdan bir kaç saniye sonra yanıma bir kız oturdu. Kafamı çevirdim baktım "tüh olmadı" dedim içimden. İlk bakışta beğenmemiştim. Lafı fazla uzatmayayım, kulaklığı taktım kulağıma müziği açtım. Yanımdaki kız pek yerinde duramıyordu. Belli ki bir sıkıntısı vardı. Uçak korkusudur dedim. Zira ben de uçuşlara alışana kadar uzun zaman eziyet çekmiştim. Gözlerim kapalı, uçak pistte kalkış hazırlığında, uçak hızlanmaya başladı burnunu havaya kaldırdı derken yandan bu tedirgin kız kolumu tuttu bıraktı. Buraları hızlı geçiyorum çünkü konu bambaşka, neyse sakinleştirmeye çalıştım biraz konuştuk falan.

Neden sonra adını sordum. Gelen cevap Rosemary oldu. Önce anlayamadım. Tekrar sordum. Evet evet Rosemary dedi. Ve sonrasında kendinden utanacağım o soruyu sordum; "yabancı mısın?". Kız kibarca yok Türküm, eski İstanbulluyuz biz dedi. Hristiyanım ben dedi. Ondan sonraki bir kaç dakika konuşmalara çok hakim değilim. Bir yandan kendi eşekliğime sinirlenirken, bir yandan Rosemary'nin, asla "seni anlıyorum" diyemeyeceğim, yaşadıklarını düşündüm. Konuşmaya tekrar döndüğümde, "bazen adımın Deniz olduğunu söylüyorum" dedi. Uğraşmak istemiyorum insanlarla dedi.

Velhasıl dışarıdan görüldüğü kadarı ile, kendine çok özgüvenli, hoş sohbet, kendiyle barışık, harika bir insandı kendisi. İçinde neler yaşadığını asla bilemeyeceğim. Ama bizim ırkçı, kafatasçı, insanlıktan nasibini almamış mahluklarımız olduğunu biliyorum. Umarım onların bulunduğu yerlerden hep çok uzaklarda kalmıştır. Ve ileride hiçbirine denk gelmez.

Sonuçta Rosemary de senden benden farksız, etten kemikten oluşmuş, nefes alıyor. İnanır mısınız sizin gibi benim gibi konuşuyor, espriler yapıyor ve gülüyor. Hatta hatta çalışıp para kazanıyor. Gelecek planları bile yapıyor. Ne kadar da bize benziyor asla inanamazsınız (!)

Aslında bu hikaye; benim gibi birinin dahi, ismi Rosemary olan bir kızın, Türk olamayacağını düşündüğü anlamına geliyor. Kendimden ne kadar utansam az, senden benden daha fazla Türkiyeyi benimsemiş olan bu insanlardan ne kadar özür dilesek az.

Bu konu ile ilgili daha söylemek istediğim çok şey var ancak susuyorum. Dini ırkı ne olsu olsun hepimizin eşit olduğu bir ülkede, bir dünyada yaşamak dileğiyle...

4 Ağustos 2016 Perşembe

Dünyadan Sıkıldım. Peki ya Uzaylılar?

Bu aralar birçok tv programında ya da internette ufo olduğu düşünülen görüntüler paylaşılıyor.  Bana kalırsa çoğu viral paylaşımlar ve pek de ciddiye almıyorum.

Peki ama uzaylılar var mı sorusuna nasıl cevap vermek lazım? Var desen kanıt yok, yok desen gönül el vermiyor. Şöyle bir araştırdım acaba bu evren ne kadar büyük diye. Şunu söyleyeyim çok büyük. Evrenin sadece keşfedilebilmiş kısmı içerisinde dünya küçücük bir toz tanesi. Bu kadar büyük bir alanda tek yaşayan varlıklar neden biz olalım ki? Böyle düşündüğünde dahi evrende yalnız olmadığımıza kanaat getiriyor insan. 


Ayrıca uzaylı dediğimiz zaman hemen akla koca kafalı, telekinezi uzmanı ve yüksek teknolojiye sahip varlıklar geliyor. Bu bir Hollywood oyunu sanırım. Eğer öyleyse Spilberg'in uzaylı gördüğüne dair yoğun şüphelerim var. Peki neden akla hamam böceği gelmiyor ya da kediler gelmiyor ya da tek hücreli organizmalar. Belki de kediler bu dünyaya bazı varlıklar tarafından indirilmiş uzaylılardır. İlla uzaylının bizden yüksek bir teknolojiye sahip olması bizden zeki olması gerektiğini nereden çıkardık acaba. Evrenin doğusu teknolojik olarak zayıf, batısı ise teknoloji konusunda gelişmiş mi yani! Belki de bizden kat ve kat ilkel varlıklar ve gelecekte bir gün biz onların gezegenlerine  gidecek ve onlara teknoloji götüreceğiz. 

Düşündükçe kafamdaki deli sorular artıyor. Uzaylılarla ilgili bir diğer anormallikte neden dünyaya indikleri. Biz insanlar Dünya'yı yeteri kadar harap etmiş durumdayız. Bütün madenlerini talan etmş, bütün herşeyi sömürmüş durumdayız. Diyelim ki araştırma amacıyla geliyorlar ise bu kadar yüksek teknolojiye sahip bir varlık robot üretemiyor mu? Biz bile nano teknolojilerden, robotlardan bahsediyorken, bu uzaylı kardeşlerimiz hala toprağı elleriyle mi inceliyorlar. Eğer öyleyse toprağa hasret olduklarını düşünmeden edemiyorum. 


Günümüzde ulaştığımız ve yakın gelecekte ulaşacağımıza inandığımız teknoloji düşünülecek olursa, bizden fersah fersah yüksek teknolojiye sahip bu uzaylıları biraz küçümsediğimize inanıyorum. Tabi bunlar da yine Hollywood oyunları. Bir virüsle yok edilen, ana gemi vurulunca ölen varlıklar bunlar. Çok da gözümüzde büyütmeyelim bu teknoloji şeysini.

Velhasıl kelam evren kocaman bir muamma. Biz yine ayık olalım da ne olur ne olmaz bir akşam ışığın içinde göğe möğe çıkarız sonra. Bu yazıyı da adama yedirirler vallahi...

3 Ağustos 2016 Çarşamba

15 Temmuz Darbe Girişimi Hakkında



Bu yazıyı yazmak için bir süre bekleyip hem ortalığın sakinlemesini hem kendimin sakinlemesini bekledim. Zira ilk duyduğum zaman ile ilk günün sabahında hissettiklerim arasında çok büyük fark vardı.

Öncelikle şunu söylemem lazım ki ülke olarak çok büyük bir olayı atlattık. Hayatını kaybeden bütün insanlara allahtan rahmet diliyorum. Ayrıca hayatları uğruna inancından vazgeçmeyen insanlar saygıyı ve övgüyü hakediyorlar. Görüşü inancı her ne olursa olsun.

Gelelim olayın detaylarına. İlk duyduğumda böyle darbe mi olur dedim. Sonra oyun oynanıyor dedim. Sonra galiba bişeyler oluyor cidden dedim. En sonunda ise bunun gerçekten bir darbe girişimi olduğuna kanaat getirdim.

Bana kalırsa çok saçma bir girişimdi. Ülkedeki vatandaşların hiç birinin desteklemeyeceği bir darbe başarısız olmaya mahkumdur. Ve gördük ki AKP den nefret edenler dahi darbe girişimine destek olmadı. Çünkü bir çoğu darbe görmüş bir çoğumuzda okumuş dinlemiştik. Başarılı olursa bizi 20 yıl geriye götürecek, özgürlüklerimiz kısıtlanacaktı. İşte buna baş kaldırdı halk. Hem de ne başkaldırı. Tankın önüne atlayanlar, tüfekli askerleri durdurmak için kendini siper edenler. Amcalar, teyzeler, gençler hepsi canını hiçe sayarak ülkesine destek olmak için oradaydılar. Bugün hala anlatılmamış bir sürü kahramanlık hikayesi o asfaltların üzerinde yatıyor.

Darbeciler iki şeyi hesap edemediler. Hiç destek bulamayacaklarını ve halkın karşılarına dikileceğini. Silahlarla çıkacak herşeye el koyup hükümeti devireceklerdi. Olmadı.

Bu işin en büyük sorumlusu tabi ki FETÖ. Bu konuda hiç şüphe yok. Bütün yakalananlar ne halt olduklarını nasıl operasyon yaptıklarını anlattılar. Nasıl askeriyenin içine sızdıklarını anlattılar. Peki buraya gelene buna kim göz yumdu. Tabi ki AKP nin ta kendisi. Kendilerine yakın buldukları için yol arkadaşı olmak için yanlış kişiyi seçmişlerdi. Bunu anladıklarında çoktan iş işten geçmişti. Çoktan Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlar yapılmış, kurmay olması gerekenlerin yalanlarla önleri kesilmiş ve FETO nun adamları bu mevkilere yerleşmişti bile. Sonuçta %50 oy almış bir AKP, kendi başına Darbe gibi bir husumetin gelebileceğini tahmin edememişti belli ki.

Şimdi bize geri kalan ise şehitlerimiz ve OHAL. Suçlu mu suçsuz mu, ak mı kara mı, asker mi hain mi bilmediğimiz kişilere yapılan bir sürü operasyonu elimizde çekirdek izler haldeyiz.İçlerinde yapılanan FETÖ yüzünden askerler, öğretmenler, memurlar, öğrenciler cezalandırılıyor. FETO ise Amerikada sıcak yatağında uyuyup yeni planlar yapıyor.

Zamanında Aziz Yıldırım "Ne şikesi, ülke elden gidiyor" dediğinde hepimiz bi tarafımızla gülmüştük ya hani, önyargılarımızla bakmıştık hani, ötekileştirmiştik hani. Umarim bundan sonra gördüğümüz hukuksuzluklara tek yürek olup karşı duruş sergileyebiliriz.

Tek arzum huzurlu yaşayabildiğimiz, birbirimize hoşgörülü olabildiğimiz bir ülkede yaşayabilmek. İnsanların, Sakalı cübbesi olduğu için, başı açık olduğu için, ateist olduğu için, alkol aldığı için ya da namaz kıldığı için ayıplanılmadan yaşadığı bir ülke olmak dileğiyle...

28 Haziran 2016 Salı

Mücadele Azmi Hakkında

Malum şu aralar Avrupa Futbol Şampiyonası oynanıyor. Ben de Futbol seven bir insan olarak maçları takip ediyorum. 

Milli takımın başarısızlığından bahsetmeyeceğim burada. Daha çok, başaranların bunu nasıl yaptıklarını konuşacağım. 

Turnuvanın başından beri gördüğüm bütün takımlar özellikle hem mental hem fizik olarak buraya hazır gelmişler. Bir Ronaldosu, Messisi olmayan, yetenekleri kısıtlı takımlar dahi sonuna kadar mücadele etmeye ve asla pes etmemeye gelmişler. 

Evet işte bundan bahsetmek istiyorum yani MÜCADELE ETMEKTEN.  

Bazı insanlar sonuna kadar mücadele edip arzularını gerçekçekleştirmek için sonsuz çaba harcarken, bazıları ya yarıda mücadeleyi bırakıyor ya da hiç mücadeleye başlamıyor bile. 

Soru bir; mücadele etmek için gereken bu güç, bu şevk nereden geliyor? Irksal bir kabiliyet ya da zaafiyet mi? Ya da aile ve eğitimin sonuçları mı? Ya da DNA'mıza işlenmiş kodların bize hükmetmesi mi? Yoksa kader (!) mi?

Kişisel fikrim bunların hepsinin bir miktar etkisi olduğu. Ancak aile ve büyüdüğümüz ortamın buradaki oranı çok daha büyük olmalı. 

Soru iki; bu güç ve bu şevk sonradan elde edilebilen bir şey mi? 

Bu konuyla ilgili kişisel fikrim olumsuz. Bana kalırsa elde edilebilen bir yetenek değil. 
Psikolog ya da buna benzer bir meslek grubuna üye değilim. Ancak birkaçıyla münasebetim olmuştur. Çoğu zaman şu yüklem ile biten cümleler duyarsınız "yapmalısın". Spor yapmalısın, kendine vakit ayırmalısın, ailenle ilgilenmelisin, arkadaş edinmelisin vb. Sırf bu yüzden etrafta binlerce insan gitmeyeceği halde spora yazılıyor. Çünkü spor yapmalılar. 

Son tahlilde vardığım sonuç ise; eğer sizi teşvik edecek bir ortamda büyümediyseniz, DNA'nızda mücadele kromozomu yoksa rahat bir hayat için dua etmeye başlayabilirsiniz. 

Karşınızdaki rakibinizin niyeti zihniyeti kötü de olsa daha çok isteyen daha çok mücadele eden her zaman kazanır. Bu kafayla iyilik ancak filmlerde kazanır. 


Ne dersiniz, hedefe giden yolda mücadele etme gücünüz var mı?

26 Haziran 2016 Pazar

Güçlü Kadınlar

Neden bilmiyorum ama bir süredir bunu düşünüyorum. Güçlü kadınları. Güçlü dediysem kas olarak değil, kafa olarak güçlü kadın.

Herkesin aksine ben güçlü kadınları seviyorum. Ayaklarının üzerine basan. 

Yeri geldiğinde herkese kafa tutan. İşte O'na saygı duyuyorum. çünkü o güldüğünde gerçekten güler, kızdığında gerçekten kızar, sevindiğinden gerçekten sevinir. 

Sızlanmayan kadını seviyorum. Sorun çıkaran değil çözüm bulan kadını. İşleri zorlaştırmayan kadını seviyorum.

Bazen uzaktan uzaktan, bazen de yakından seviyorum...