31 Ekim 2017 Salı

29 Ekim Cumhuriyet Korteji

Bir süredir motosiklet kullanıcısı olduğumu daha önce de yazmıştım. Yaklaşık beş aydır toplama 2 bin kilometre yol yaptım. Şimdiye kadar en çok zevk aldığım sürüşü sizlerle paylaşmak istiyorum. Yani 29 Ekim Cumhuriyet Kortejini.


Motosiklet aldığımdan beri bazı Facebook gruplarını takip ediyorum. Bu gruplarda; sürüş deneyimleri, trafikte karşılaşılan sorunlar, öneriler ve etkinlikler paylaşılıyor ben de işime yarar bilgiler ediniyorum. 29 Ekim’den yaklaşık 1-2 hafta önce Cumhuriyet Korteji diye bir etkinlik gördüm. Etkinlikle ilgili geçen seneye ait videoları görünce “kesinlikle bunun bir parçası olmalıyım” dedim. Yüzlerce motosikletli, Türk bayrakları ile köprüyü geçiyordu. İnanılmaz bir görüntüydü. Hemen katılıyor butonuna tıkladım ve 29 Ekim'i heyecanla beklemeye başladım. Gözüm sürekli hava durumu haberlerindeydi. Havanın güzel olması için dua ediyordum, bir yandan da olumsuz hava koşullarına kendimi hazırlamak adına yağmurluk falan alıyordum. Heyecanlıydım, sabırsızdım. 

Gün geldi, tarih 29 Ekim oldu, motosikletime atladım, kız arkadaşımı evinden aldım, yönümü  toplanma yeri olan Suadiye Oteline çevirdim. Her şeyim tamamdı, bayraklar alınmıştı, üst baş sağlamdı. Toplanma yerine vardığımda her yer motosiklet her yer Türk bayrakları ile doluydu. İnsanların yüzleri gülüyordu. Burada oldukları için mutluydular. Uzun zamandır özlemini hissettiğim, içlerinde olmak istediğim bir topluluğun arasında olduğumu anlamıştım. Hemen, o saniye içimi bir huzur kapladı bunu inkar edemem. Ancak daha sonra hissettiğim gurur ve mutlulukla asla karşılaştırılamaz. 

Vakit gelip motorlar çalışmaya başladığında heyecanım bir kat daha artmıştı. Kasklar takıldı, yüzler yoktu ama gözler net bir şekilde görülüyordu. Her gördüğüm kaskın vizöründen içeri baktım, farklı renkler, farklı gözler ortak duygular ile pırıl pırıl bakıyorlardı. Tekerlekler dönmeye başladığında yavaş yavaş Bağdat Caddesine ilerliyorduk. Caddeye çıktık ve önümüzdeki kalabalığı çok daha net bir şekilde gördüm. Kalabalık olduğumuzu biliyordum ama bilmek ve görmek tamamen farklı hisler yaratıyormuş, bunu bir kez daha anlamış oldum. Yolun sağında solunda insanlar bize bakıyor bizi alkışlıyordu. Bir yandan “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” nidaları, bir yandan motor ve korna sesleri ortalığı inletiyordu. Tüylerim diken diken oldu, yolculuk boyunca defalarca olduğu gibi. Bu dakikadan sonra hep beraber Kızıltoprak, FB Stadyumu önü ve E5 ten birinci köprüye gidildi. Köprü geçişi videoları internette mevcut. Nasıl bir his olduğunu anlatmakta zorlanıyorum, izleyip kendiniz karar verin. Yazının sonunda bir kaç link paylaşacağım. 

Köprü sonrası Yıldız Yokuşu ve Beşiktaş’a kadar olan bütün yol ve yan yollar araç trafiğine kapalıydı bu sayede köprü bağlantısından itibaren sadece motosikletler yoldaydı. Beşiktaş ışıklara ilk gelen motosikletler durup arkadan gelenleri beklemeye başlamış, biz biraz arkadan geliyorduk. Yokuştan aşağı baktığımda beni en çok etkileyen görüntüyle karşılaştım. Yıldız yokuşu her zaman güzel gözükür zaten ama bu bambaşkaydı. Sanki kasklardan oluşan bir nehir akıyordu koskoca yokuştan. Rengarenk ve parlayan kasklar şahane bir görüntü oluşturuyordu. Görülebilecek en güzel manzaralardan biriydi. Videolar çektik ancak hiçbiri çıplak gözle görüldüğü kadar güzel değil. 

Bütün motosikletler bir araya geldiğinde kortejin başı tekrar hareketlendi ve Kabataş, Karaköy, Eyüp istikametini takip ederek Edirnekapı Şehitliğine varış yaptık. Burada şehitlik ziyareti sonrası anma töreni ile etkinliği bitirmiş olduk.

12:00 da toplanma alanına gelişim ve 15:30 da şehitlikten ayrılışımı düşünecek olursak hayatımın en gurur verici tüyler ürpertici 3,5 saatini geçirdiğimi söyleyebilirim. Bazı zamanlar bu ülkeye ve insanlarına o kadar kızıyorum ki, kafam atıyor, bırakıp gidesim geliyor. Sonra bu tip organizasyonları görüyorum, yine milliyetçi damarlarım kabarıyor, başka yerde yaşayamam diyorum. Farklılıklarımıza ramen ortak değerlerimiz olan Vatanımıza, Bayrağımıza, Cumhuriyetimize bağlılığımızı sürdürdüğümüz ve birbirimize saygımızı kaybetmediğimiz sürece, ülke olarak üstesinden gelemeyeceğimiz hiç bir zorluk yok diye düşünmeden edemiyorum.  

Sözlerimi bitirmeden önce bazı grup ve kişilere özel olarak teşekkür etmem gerekiyor. Bu etkinliğin düzenlenmesinde baş rol oynayan Türkiye Motor Platformuna ve onun yetkililerine, Kortejin sorunsuz bir şekilde ilerlemesinde önemli rol oynayan Kortej Görevlileri ve Türk Polisine, güzergah üzerinde alkış tutan marş söyleyen güzel İstanbul Halkına, katılan bütün motorculara binlerce kez teşekkürler. Harikasınız...

3 Ağustos 2017 Perşembe

Hoşçakal Türk Futbolu

Küçük başarılarla mutlu olmaya alışmış olan Türk Futbolu seyircisi artık küçük başarıları bile mumla arar oldu. Başarılı olduğunu iddia eden takımlar, oyuncular ve özellikle teknik direktörler, her biri istisnasız çöküşün birer aktörü konumundadır.

Şu sıralar Fatih Terim, mahvettiği Türk Milli Takımı ve aldığı yaklaşık 15 milyon TL tazminat ile yine gündemde. Karakteri ile ilgili yorum yapmayacağım. Konuşmaya başlasam birkaç sayfa yazı çıkar ama şu anda karakteri beni ilgilendirmiyor. Beni asıl ilgilendiren, aldığı paranın karşılında verdiği hizmet. Sonuçta TFF kendi geliri olan özel bir kurum. Yönetim istediği kadar parayı istediği kişiye vermekte özgür. Ancak konu Milli takım olunca ister istemez milli duygular karışıyor işin içine ve konuya dahil olmadan duramıyor insan.

Bildiğimiz gibi Fatih Terim hem futbolculuk kariyeri boyunca hem de teknik direktörlüğü boyunca hep popüler bir kişi oldu. Futbolcu olarak çok iyi olmadığı söylense de sansasyonel hayatı ve hırçın topçuluğu ile hep gündemde kalmış. Teknik direktör olarak ise birçok başarı elde etmiş. Bana göre Türk futbolunun en büyük başarısı olan UEFA kupasını alan ekibin başında olması, dört sene üst üste şampiyon olması gibi sonuçlar kendisine başarılı dememiz için yeterli. Tabi ki bu başarılar Fatih Hoca’ya belli bir kredi sağlamıştır. Hem milli takım hem de GS’da değişik dönemlerde görev yapmasına rağmen eski başarısını elde edememesi ve son olarak geldiği milli takımda ise hayal kırıklığının da ötesinde bir performans sergilemesi bu krediyi tüketmiştir. 

TFF, Fatih Terim ile 7 yıllık sözleşme yaparken, ondan günü kurtarmasını beklemiyordu sanırım. Bir sistem kurmasını ve geleceğin takımını oluşturmasını bekliyordu. Yeni oyuncular bulmasını, takıma bir karakter kazandırmasını bekliyordu. İyi ve yetenekli oyuncular keşfedip onları parlatmasını bekliyordu. Altyapı takımlarının başarıdan başarıya koşmasını bekliyordu. Belki de bunları sadece biz bekliyorduk. Belki de uyutulduk.

Son tahlilde ne günü kurtarabildi ne de bir sistem kurabildi. Bu da yetmezmiş gibi bir grup küskün, bir grup artist, bir grup vurdumduymaz futbolcu güruhu bıraktı arkasında.  Kısaca milli futbol takımımıza yarardan çok zarar verdi. Toplumun her kesimi kendisine tepki gösterdi . Buna rağmen, istifa etmesinin, basında çıkan bireysel bir olay sonrasında gerçekleşmesi ise tam bir ironi. İstifa sonrasında tazminat olarak 15 milyon TL alması ise tam bir piyango. Bir düşünelim yıllardır özel sektörde çalışan bizler istifa etmeye kalksak, el elde baş başta, koltuk altında bir kutuyla eve dönerdik. Ama Fatih Terim büyük ikramiye ile dönüyor evine. Umarım bir daha geri dönmez.

Bütün kötülüklerin sorumlusu Fatih Terim değil tabi ki. Rezalet yönetilen üç büyük takım, onların yolunu takip eden Anadolu takımları, holiganlık peşinde olan seyirciler, tembel futbolcular, harcanan gereksiz paralar ülke futbolunu şu anki noktaya getirdi. Şans ve tesadüflere dayalı başarılarımız olacaktır elbet ancak devamlılık yine olmayacak. Biz de her zaman olduğu gibi günlük başarıların ve anlamsız bir holiganlığın peşinden koşmaya devam edeceğiz. Transfer haberleri ile keyifleneceğiz. Birileri de paraları cukka etmeye devam edecek. Hoşça kal Türk Futbolu, iyi uykular Türkiye.

25 Temmuz 2017 Salı

Mekanın Cennet Olsun Altın Elbiseli Adam

Bazılarınızın tanıdığı bazılarınızın da hiç tanımadığı Altın Elbiseli Adam’ın (Barkın Bayoğlu) vefatı sebebiyle bu yazıyı yazma gereği hissettim. Altın rengi tulumu sebebiyle bu lakabı almış, motorlar konusunda videolar çeken bir kişiydi kendisi. 15 Temmuz Şehitler köprüsünün çıkışında bir yayaya çarparak (yayanın orada ne işi var bilmiyorum) hayatını kaybetti. Motor dünyası, motor tutkunu bir arkadaşlarını kaybettiği için şu an yasta. Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına ise başsağlığı diliyorum.

Bu elim kayıp bir çok kişiyi korkutmuş durumda. “Böyle usta biri bile kazada hayatını kaybedebiliyorsa” şeklinde cümleler kurarak tedirginliğini belirten motor severler mevcut. Motorumu satıyorum diyenler bile var. Ben ise birçoğunun aksine çok amatör bir motor kullanıcısıyım ama kendimi tedirgin hissetmiyorum. 

İstanbul trafiği beni çileden çıkardığı için çözümü motorda aramaya karar vermiştim 2-3 ay önce. Hızlıca bir kursa başvurup 1 ay içerisinde ehliyetimi almayı başardım. Uzun arayışlarım sonucunda istediğim motoru da bularak trafiğe çıkmaya hazır hale geldim.

Öncelikle şunu söyleyeyim, amatör olduğum için çok dikkatli kullanmaya özen gösteriyorum. Trafik kurallarına uyuyorum. Çok fazla hız yapmıyorum. Makas atmalar falan hiç yok. Trafik sıkışık olduğunda arabaların yanlarından geçip, trafik aktığında efendi gibi şeridimden gidiyorum. Bugüne kadar ciddi bir tehlike atlatmadım çok şükür. Ama araç sürücüleri, yayalar ve motor kullanıcıları hakkında bazı fikirlerim oluştu. Çok çabuk karar varmışsın diyebilirsiniz ancak bir otomobil sürücüsü olarak bu fikirlerim daha önceden de oluşmuştu. 

Mesela otomobil sürücüleri öyle anlatıldığı gibi motorcuları sıkıştırmaya falan çalıştıkları yok. En azından ben öyle bir şey görmedim. Bir çok dalgın sürücü ile karşılaştım. En sağ şeritte oldukları için sağına bakmayan sürücüler motorların geçebileceği boşlukları daraltıyorlar. Ancak küçük bir korna çalınca fark ederek yolu açıyorlar. Minibüs şoförleri, taksiler ve otobüs şoförleri çoğunlukla saygısız. Hepsini zan altında bırakmak istemiyorum ama onların saygısızlığı sadece motorlara değil hareket eden canlı cansız bütün varlıklara. Onun  dışında şeridinde giden motosiklete kimsenin bir saygısızlığını görmedim. Yayalar ise motorları bisiklet olarak değerlendirip çok ciddiye almıyorlar. Kimsenin kasti bir hareketi yok.  

Gelelim motor sürücülerine. Asıl saygısızlığı yapan çoğunlukla onlar. Hep sabırsız hep bir stres içindeler. Bir saniye durmaya üç saniye beklemeye asla tahammülleri yok. Hepsi maşallah ali kıran baş kesen. Önümdeki aralıktan geçemeyeceğim halde arkama geçip korna çalmak mı dersiniz, oflamalar poflamalar, el kaldırıp “ya buradan da geçilmez mi?” tripleri mi dersiniz aklınıza ne gelirse artık. Sanki herkes onların önünden çekilmek zorundaymış gibi tavırlar. Trafik kilitken bunlar yaşanıyor peki trafik yokken çok mu iyi. O zaman da iyi değil. Bu sefer de makaslar, gereksiz sürat yapmalar, kırmızıda geçmeler binbir türlü kural ihlali. Hele ki ergen motorcular en fenası. Kask takmaz, hız yapar, şekil yapar, kendi hayatlarını hiçe sayarlar, Allah analarına babalarına bağışlasın ne diyeyim. Elbet bunları yapmayan, bilinçli sürücüler de var. Onları kesinlikle tenzih ediyorum. Ancak genel durum bu.


Demem o ki, her şey anlatıldığı gibi değil. Durum böyleyken kazalar, yaralanmalar ve ölümlerin gerçekleşmesi sürpriz olmuyor.  Altın Elbiseli Adam dahi hayatını bir kazada kaybedebiliyorken herkesin daha dikkatli olması gerekiyor. Bana bir şey olmaz mantığını artık arkanızda bırakın. Aksine her an başınıza bir şey gelecekmiş gibi dikkatli olun. İşe, eve beş dakika geç gidin ama sağlam gidin. Hayatınızı, hayatlarımızı tehlikeye atmayın. 

10 Nisan 2017 Pazartesi

Metropol Toplumu Değiliz!

Tarih boyunca, çok uzun yıllar göçebe yaşamış olan Türk ırkı, yerleşik hayata 700'lü yıllarda Uygurlar sayesinde geçiş yapmış. Tabi yerinde duramayan çılgın Türkler Orta Asyayı aşıp Anadolu'ya yerleşmiş ve burayı Vatan ilan etmiş. Yıllar boyunca yapılan sayısız savaş, fetih, kaybedilen topraklar ve son olarak Kurtuluş Savaşı ile bugünkü sınırlarımız belirlenmiş.

Her geçen yıl nüfusumuz hatırı sayılır derecede artış göstererek günümüzdeki inanılmaz rakamlara ulaşmış. 2012 yılı verilerine göre anne başına düşen çocuk doğurma sayısı 2,06. Çoğalma hızı bizden daha fazla olan ülkelerin başını ise Irak, Suriye, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeler çekiyor.

Böyle muhteşem (!) bir çoğalma hızı ile ülkenin dört bir yanına mı dağılmışız? Tabii ki hayır. İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlere göç ederek diğer şehirleri terk etmişiz. 20 Milyona yaklaşan İstanbul'da adım dahi atılamaz hale gelmiş. Diğer büyük şehirleri bekleyen manzara da yine aynı.

Metropol denince akla ilk gelen şeyler; yüksek binalar, lüks, inanılmaz iş olanakları, trafik, üstün teknoloji ve bu yaşama ayak uydurmuş insanlar. Yurt dışından gelen yabancı misafirler İstanbul'un büyüklüğünü görüp ağızları açık kalıyor. Buranın büyük bir metropol olduğunu düşünüyorlar. Ne yazık ki değil!!!

Ne şehir metropol, ne de içinde yaşayanlar metropol insanı. Bu şehri yönetenlerden hiç bahsetmiyorum. Onlar olsa olsa bizim köyün muhtarı olurlar.

Eyyyyy Amerika... yok yok, valla bu konuda dış mihrakların suçu günahı yok. Suç insanımızda. Kaldırımda yürüyemiyoruz çünkü üzerine araç park ediliyor. Devlet dairelerini kullanamıyoruz çünkü sıra olamıyoruz. Trafik ışıklarına takılmıyoruz boşsa gaza basıyoruz, yaya geçitleri zaten süs, koca araç üç beş insanı mı beklesin asla anlayamıyoruz. Metroda otobüste birbirimizi ezecek kadar birbirimizden nefret ediyoruz. Hep acelemiz var çünkü hala bu kalabalık şehrin zamana düşman olduğunu fark edemiyoruz.

Artık bu şehrin büyük, kalabalık ve keşmekeşle dolu olduğunu idrak edin. Trafik bu şehrin gerçeği. İstanbul'un her yeri metro durağı olsa da, bütün yollar 8 şerit olsa da bu trafikten kaçış yok. Acelen varsa ve istediğin yere zamanında yetişemiyorsan sebebi İstanbul değil, sensin. Ya bunu kabullenip onunla yaşamayı öğreneceksin, ya da çantanı toplayıp istediğin yere gideceksin.

Artık birbirine saygı göstermeyi öğren çok sevgili İstanbul sakini. Gerekirse iki sonraki metrobüse bin, o kornaya basma, gereksiz şerit değiştirme, bencillik etme, öncelik ver... Saygı göster saygı.

Ve sen Metropol Lobisi, eyyy Metropol Lobisi sen de elini eteğini çek şu güzelim şehirden.

31 Ocak 2017 Salı

Kedi Sahiplerinden Özür Dilerim!

Çok uzun yıllar boyunca, evde kedi bakmanın anlamsızlığını, mantıksızlığını savundu bu kardeşiniz. Bazen kedilerin nankörlüğünü öne sürdüm, bazen tüy dökmesini. Ellerinizdeki kollarınızdaki çiziklerle dalga geçtim, tülünüzü perdenizi sebep gösterdim. Hiçbirinde beni umursamadınız, ciddiye almadınız. Haklıydınız. Şimdi "Hepinizden Özür Diliyorum!".

Ben de bir sevdaya düştüm. Nasıl oldu da içimden kedi sahiplenmek geldi bilemiyorum ama kendimi internette kedi cinslerine bakarken buldum. Cinslerin karakterlerini, özelliklerini okuyordum ki o da ne? Gri renkli, şebek suratlı, kehribar rengi gözleriyle bana bakıyor. İlk görüşte aşk bu olsa gerekti. Birde yavrularına bakayım dedim bakmaz olaydım. Elimi monitöre sokup içinden bir kaçını çekip alasım geldi hemen. Artık bu işin dönüşü yoktu belli ki. Ok yaydan çıkmıştı bir defa. Önce ev ahalisini ikna ettim. Fotoğrafları gösterdikten sonra çok zorlanmadım. Sonrasında nasıl sahiplenebilirim araştırmaya başladım.

Sahiplenme şekli çok önemliymiş onu öğrendim bu araştırmam sırasında. Bu konudaki edindiğim bilgileri sizlerle de paylaşmak istiyorum. Bu bölüm biraz bilgi amaçlı olacak ki sakın bir hataya düşmeyesiniz.

En önemli kural kesinlikle petshoplardan yavru almamak gerekiyormuş. Doğan yavruları hemen annesinden ayırıp vitrinlere koyuyorlarmış. Annesinden çok erken ayrılan yavrular kolay hastalanıyormuş. Yavrular ilk iki ayı anneleriyle geçirip anne sütüyle beslenmeleri gerekliymiş. Zaten petshop diye bir oluşum neden var hiç anlayabilmiş değilim. İşini hakkıyla yapanlar varsa bile siz siz olun önünden dahi geçmeyin. Kısacası kahrolsun petshoplar.

Tabi tek bulunacak yer petshoplar değildi. Güvenilir yetiştiriciler olduğunu öğrendim. Evet, bu işin ticaretini yapıyorlar ancak hayvanlara gereken ilgiyi alakayı da gösteriyorlar. İyi mamalarla besliyorlar yavruları, anneye babaya iyi bakıyorlar, aşıları falan eksik olmuyor. Birçoğu bundan keyif alıyor. Sonuç olarak sokaktan kedi almayacaksanız ve cins bir kedi istiyorsanız yetiştirenin de hakkını bir şekilde ödemeniz gerekli. Bazı "hayvan sever" arkadaşlar "asla para vermem, sokakta bir sürü kedi var" dese bile, bir hayvanın sorumluluğunu alan ve hakkıyla ona bakan herkese saygı duyuyorum. Aynı saygıyı da bekliyorum. Tabi ki gidip bir pet alıp iki ay sonra onu sokağa salan ya da geri veren insanları da buradan kınıyorum. Allah onları bildiği gibi yapsın.

Sonuç olarak aradığım kriterlere uygun (sağlıklı, anne babsıyla 2 ayını tamamlamış) yavruyu bir kişide buldum ve görmeye gittim. Boncuk boncuk gözleri ile bana ilk baktığında, kucağıma ilk aldığımda zaten onu bir daha bırakamayacağımı anlamıştım. Yetiştirici arkadaş ne kadar para istese verebilecek durumdaydım. Sanki biraz önce eşim doğum yapmıştı da doktor yavrumuzu elime vermişti. Eminim ki çocuk çok çok farklı bir duygu ve karşılaştırılamaz, ama benim bahsettiğim bu duyguyu bilenler beni hemen anlayacaklardır. Araba ile hızlıca veterinere gidip ilk aşılarını yaptırıp eve getirdim. İlk gün biraz yabancıladı, biz de yabancıladık onu. Ne yapacağımızı da pek bilemedik. Sonra yavaş yavaş alıştı, biz de ona alıştık. Yavaş yavaş sırnaştı, eh biz de ona sırnaştık. Sonrası ise çok hızlı gelişti. Bir baktık ki kucağımızda, sırtımızda hatta yatağımızın baş ucunda mırrrr mırrrrr ve mırrrr.

Uzun lafın kısası, kedimin ismi Hera. Yaklaşık 3 aydır kendisi bizim evin bir üyesi. Hem de evin en şaşkın, en komik, en panik ve en sevilen üyesi. İlk geldiği günden beri evimize getirdiği en büyük fark ise "Neşe". Bizi gülümsetecek şeyler yapıyor ve hiç kızdırmıyor. Ne koltukları yoldu, ne ağladı sızlandı, ne de tüyünü döktü. Tek istediği sevgi ve ilgi, o da çok değil, bazı bazı.

Bir kez daha kedi sahiplerinden çok çok çok özür diliyorum. Bu duyguyu o devirde anlamadığım için kendime de çok hayıflanıyorum. İmkanı olan herkese de birer pet sahiplenmelerini öneriyorum. Hem kendi hayatınıza farklı bir renk, hem de onların hayatına bir kalite katmış olursunuz. Ve mutlu olursunuz...

                            
KUCAĞIMDAKİ İLK FOTOĞRAFI
BUGÜN ÇEKİLEN SON FOTOĞRAFI