24 Ekim 2018 Çarşamba

Andımız'ın Neresi Yanlış?


Bu aralar çok fazla gündem olduğu için kendi kendime şüpheye düştüm. Gerçekten yıllarca okulda her sabah okuduğumuz Andımız'dan mı bahsediyorlardı acaba. Yıllarca okuduk ama anlamını yanlış yorumlamış olabilir miyimdim? Hatırladığım kadarı ile insanları rahatsız edecek bir anlam barındırmıyordu Andımız. Bir kaç kez tekrar tekrar okudum içimden. Malum, ezbere biliyoruz hepimiz. Kelime kelime, harf harf ne hissettirdiğini düşünmeye başladım, sonra da bu düşüncelerimi aşağıdaki yazıya döktüm. 

Başlıkta geçen ant kelimesi TDK’ya göre kendi kendine söz vermek anlamına geliyor. Yani Andımız toplu olarak kendi kendimize verdiğimiz söz ya da sözler olmalı. Halk arasında “ant içmek” olarak çokça kullanılan bir söz öbeği olduğu için herkesin buna aşina olduğundan eminim. Kelime ve cümlelerin bana hissettirdikleri ile devam ediyorum. 

Türküm: Bu kelime ile başlıyor Andımız. Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına verilen isme, Türk denir. Rusya pasaportu taşıyan biri Rus, Almanya pasaportu taşıyan biri Alman olduğuna göre Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyan birisinin de Türk olması gayet doğaldır. Türk aynı zamanda bir ırkın da ismi olması kafaları karıştırıyor olabilir. Türküm dediğiniz zaman; bu sizin kökeninizin Arap, Çerkez, Ermeni, Rum olmasıyla alakalı bir durum değildir. Ayrıştırıcı değil hatta birleştirici bir ifadedir. İnsanları, Türkiye Cumhuriyeti çatısında birleştirip, kimseyi birbirinden ayırt etmemektedir. Çocukların hep bir ağızdan Türküm diye bağırıyor olması da bir aidiyet duygusu yaratır. 
Doğruyum, Çalışkanım: Doğru olmakla alakalı kimsenin bir itirazı olduğunu düşünmüyorum. Çocuklar bu bölümde kendilerine doğru ve çalışkan olduklarını söylüyorlar. Burada içten içe bir dayatma var. Eğer Türk isem doğru ve çalışkan olmak durumundayım diyor. Çalışkanlık konusunda sıkıntılı bir millet olduğumuz için çocukları bu konuda yüreklendirmek doğru bir yaklaşım olsa gerek. 

İlkem: Bu kelimeden sonra gelecek her cümle, bu andı içen kişinin, yani çocuklarımızın temel düşünce yapısının nasıl olması gerektiğini belirtiyor. Ve bunu da aşağıdaki çok geleneksel cümleler ile gerçekleştiriyor. 
Küçüklerimi korumak: Ülkemizin geleneklerine ve inançlarımıza uygun olarak bizden küçük ve güçsüzleri koruyan bir kişi olacağımızı söylüyor. Çocuklara kendilerinden küçükleri ya da güçsüzleri ezmemeleri öğütleniyor. Ki ülke olarak her zaman ezilenin ve zayıfın yanında olduğumuz da su götürmez bir gerçek. 
Büyüklerimi saymak: Yine aynı şekilde geleneklerimize ve inançlarımıza uygun bir şekilde bizden büyük kişilere saygıda kusur etmeyeceğimizi söylüyor. Yine çocuklara kendilerinden büyüklere saygı gösterip onların sözlerini dinlemeleri gerektiği öğütleniyor. Son zamanlarda kaybettiğimiz saygının üzerine vurgu yapılıyor. 
Yurdumu, milletimi, özümden çok sevmektir: Bu cümlede de yine ilk kelimede olduğu gibi birleştirici bir ifade var. Türk, Kürt, Arap, Çerkez özüm ne olursa olsun bu toprakları ve içindekileri, kökenine bakmaksızın çok seveceğim diyor. Okula gelen çocuklar arasında farklı ırktan çocuklar olacağı gibi, farklı dinden hatta farklı dilden çocuklar da olabiliyor. Biz okurken ermeni arkadaşlarımız çoktu bizden bir farkları da yoktu. Benim kadar Türk benim kadar bayrağına bağlı çocuklardı. Yurt ve millet kavramları, metnin tamamında olduğu gibi,  kucaklayıcı bir ifade barındırıyor.

Ülküm: Bu kelimeden sonra gelecek her cümle, bu andı içen kişinin gelecek için amacını ve ideallerini anlatıyor.
Yükselmek, İleri gitmektir: Ülke olarak yükselmek ve ileri gitmek amaçlarımız olduğu gibi aynı zamanda çocuklarımızın bireysel olarak da yaptığı işlerde yükselmeyi ve ilerlemeyi amaç edinmeleri gerektiğini vurguluyor. Herhangi bir anne babanın bu ideallerden rahatsız olacağını düşünmüyorum.

Ey Büyük ATATÜRK: Geldik zurnanın zırt dediği yere. Bazı insanların Atatürk ismine ve onun büyüklüğüne alerjisi olduğunu biliyorum. Bu kişilerin tarihten pek haberdar olmadıklarına emin olmakla birlikte, bazı şahsiyetlerin nifak sokmak ve kendilerine yer edinmek adına toplumu yanlış yönlendirdiklerinin de farkındayım. Bütün Avrupa devletleri ülke topraklarımızı karış karış paylaşırken, tam bağımsızlık kazanmamızın baş mimarı olan insanı, "büyük" sıfatı ile onurlandırmakta nasıl bir sakınca olabilir? İstanbul’u fetheden Mehmet’e Fatih denmesi, Osmanlı topraklarını en çok büyüten Süleyman’a Muhteşem denmesi kadar doğaldır Atatürk’e büyük sıfatının verilmesi. Peki ya ilahlaştırmak ya da putlaştırmak gibi saçma sapan fikirlere ne demeli. En çok da bunu anlamıyorum. Hiç Atatürk büstüne gidip para, şans, eş, huzur dileyen tek bir kişi gördünüz mü? Ya da ondan medet umup bir şeyler isteyen? Göremezsiniz. Çünkü insanlar onun büstüne ya da onun yattığı yere ona dua etmek için ve ona minnettar olduğunu göstermek için gider. Çıkarsızca, karşılık beklemeden. Bu açıklama dahilinde, çocuklar Atatürk’e sesleniyorlar. Birazdan gelecek cümleler bir söz mahiyetinde devam ediyor.
Geçelim Büyük Atatürk ile başlayan cümlenin devamına…

Açtığın Yolda: Hangi yolları açmış Atatürk? Bilimin, ilimin, teknolojinin yollarını açmış bize. Bir zamanlar millet olarak önderliğini yaptığımız, sonradan çok gerilerde kaldığımız geleceğin anahtarı olan yolları açmış. Kimilerinin şu an kapamaya çalıştığı yolları açmış. Teşekkür etmemiz gerekmez mi? 
Gösterdiğin Hedefe: Nasıl bir hedef göstermiş? Bilim, teknoloj, kültür ve benzeri konularda muasır medeniyetler seviyesine ulaşıp onları geçmemizi hedef göstermiş. Sizce de çok güzel bir hedef değil mi?
Durmadan Yürüyeceğime Ant İçerim: Zaten yarışta geri kalmışız, hiç durmadan bu yolda yürümeliyiz hatta koşmalıyız ki rakiplerimize (dış güçlere) yetişelim ve onları geçebilelim diyor. Ve bu yoldu çocuklarımız ant içiyor. 

Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun: Türk varlığı dediğimiz şey yine burada Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı olarak alınmalı. Sonuçta bunu hep bir ağızdan söylediğimiz için kimseyi bir ırkı savunmak adına feda ettiğimiz yok. Bir asker öldüğünde anası, babası, yakınları ne diyorlar? Ciğerleri yanıyor ama bu insanlar ne söylüyorlar? VATAN SAĞ OLSUN. Bu ülkenin askerlerinin ırkı yoktur. Kökenleri fark etmeksizin  hepsi Türk askeridir. Hala aramızda kafatası muhasebesi yapan insanlar olduğunu biliyorum. Onları da Allah’a havale ediyorum. Zaten geri kalanların Çanakkale'de, Sakarya'da, Sarıkamış'ta, Antep'te ve bir çok farklı noktada hayatlarını bu vatan için feda ettiğini biliyoruz. Günümüzde halen canını, kanını ülkesi için feda eden Mehmetçik sayesinde dimdik ayakta durabiliyoruz. Bu cümleye itirazı olanı görmezden geliyorum.


Ne Mutlu Türküm Diyene: T.C. vatandaşı olan, Türk ismiyle anılan çocukların verdiği güzel sözler sonrasında bu cümle ile noktalanıyor metin. İlkesi, ülküsü, yolu, hedefi doğru olan çalışkan çocukların büyük mutluluk içinde olacağını anlatıyor. Bu cümleyi istediğin yere çekebilir, ırkçı ya da faşizan diyebilir, buradan siyaset yapabilirsin. Bana kalırsa bu ülkede yaşamayı, milletini, geleneğini, göreneğini seven insanlar dili, dini,ırkı ne olursa olsun bu cümleden rahatsız olmayacaktır ya da olmamalıdır.

Sadece otuz yedi kelimeden oluşan bu metnin neresinde yanlış olduğunu ben anlayamıyorum. Metnin özünü boş verip detaylarda boğuluyoruz. Hem 6 yaşında okula başlamış olan bir çocuk ne anlar ırktan, dinden, ten renginden. Önemli olan asıl değerleri sürekli tekrarlamak ve bunları gerçekten benimsetebilmekte. Büyüdüğünde ister kendisine Rum desin ister Arap ya da canı ne isterse, yeter ki ülkesine ve kendisine faydalı bir vatandaş olabilsin.


Tekrar soruyorum Andımız’ın neresi yanlış?

Dip Not: Yıllarca bu konuda yanlış uygulamalar yapıldığı konusunda da hemfikirim. Yağmurda, çamurda çocukları dışarıda tutup da eziyet etmenin bir anlamı yoktu. Tabi bunu tek bir yönetmelik değişikliği ile düzenlemek mümkündü.Yapılmadı, yapılamadı.

3 Ekim 2018 Çarşamba

İlişki Katili: WhatsAPP

Bir telefon uygulaması olan WhatsApp'ın bir çok ilişkinin katili olduğunu biliyor muydunuz? Bunun en büyük sebebi; Türkçe'nin, ifadeyi anlatma konusundaki yetersizliği. Konuşmalarda kullandığımız ifadeler bir nebze bu yardımcı olsa da, hem yetersiz hem de bizi anlatmaktan çok uzakta. İnternetin hayatımıza girdiği ilk yıllarda Mirc ve ICQ ile başlayıp, sonrasında MSN ile devam eden mesajlaşma furyasının telefonlara yansıması kısa mesajlar ile olmuştu. Telekom firmalarının fahiş SMS fiyatları sebebiyle başlarda çok az kullanılan ancak sonraları "ayda 1000 mesaj 10TL" gibi kampanyalar ile popülaritesini çokça arttırmıştı. BlackBerry markasının BB messenger uygulaması elit kendine elit kesimini yaratıp sadece o telefona sahip olanların bu uygulama üzerinden mesajlaşmasını sağlamıştı. İnternet cep telefonlarında çok yaygın kullanılmaya başladığında ise o kara gün gelip çatmıştı. Whatsapp'ın keşfi ile mesajlaşma çılgınlığı doruklara ulaştı demekte hiç bir sakınca görmüyorum. Artık hepimizin içinde Whatsapp uygulaması bulunan bir akıllı telefonu olmuştu. Birbirinden haber almanın kısıtlı ve yetersiz olduğu dönemler geride kalmış, her zaman her yerde haberleşme özgürlüğü bizlere bahşedilmişti.  




Ah nerede o eski bayramlar demeden edemiyor insan. Geçmişte hayat daha güzel, ilişkiler daha samimi ve gerçekti bana kalırsa. İnsanlar yüz yüze görüşmeye muhtaçtı. Dertlerini yüz yüzü anlatabiliyor, sevinçlerini kızgınlıklarını rahatça ifade edebiliyordu. Telefonla konuşmak çok pahalı olduğu için kavga edilecekse bile bir araya geliniyordu. Bütün konular göz göze bakılarak konuşuluyordu. Kızgınlık, sevgi, şaka, ima gibi bütün ifadeler insanların gözlerinden anlaşılıyordu. Böylece birine "senden nefret ediyorum dediğinde", eğer onu çok seviyorsan gözlerinden bu okunuyordu ve aslında ne demek istediğin anlaşılıyordu. Sevgiliden ayrılmanın bile mesajla yapıldığı bir döneme denk geldiğimiz için biraz üzgünüm. 

Geldiğimiz noktada ise her ilişki mobil yaşanıyor. Her dakika birbirinden haberdar olmak isteyen insanlar saatlerce konuşuyorlar. Mesajlaşma programlarının suyunu çıkarıyorlar. Her gün yüzlerce megabayt ileti sadece sevgililer tarafından gönderiliyor. Eşler evlerine gittiklerinde konuşacak bir konu bulamıyor, çünkü zaten gün içerisinde o illet program üzerinden bütün konuları konuşmuş oluyorlar. Bana neden  geç cevap verdin, neden hiç cevap vermedin, neden şu ifadeyi kullandın, neden bu kelimeyi söyledin gibi bi dolu saçmalık. Bunun sonucunda ise çoğunlukla kavgalar, hatta ve hatta ayrılıklar gerçekleşiyor. 

Etrafta kendini konuşarak ifade edemeyen insanlar türemeye başladı. Kendini yazarak daha iyi ifade ettiğini düşünen insanlar. Şiir, roman, deneme yazmaktan bahsetmiyorum. Bir konu hakkındaki düşüncelerini karşısındakinin yüzüne söyleyemeyen insanlardan bahsediyorum. Asla ayıplamıyorum hiç kimseyi. Ama neden hep teknolojinin kötü yönlerini alıyoruz, batının kötü geleneklerini aldığımız gibi?

Bir insanın gözlerinin içine bakarak söylediğin her şey daha anlamlı olmuyor mu? Doğum gününü kutladığınız bir insanın yüzüne bakmazsanız, onun doğmasından ötürü ne kadar mutlu olduğunuzu ona nasıl anlatabilirsiniz ki? Ya da sevdiğini kaybetmiş bir arkadaşınızın gözlerine bakarak "Başın sağ olsun" demeden, nasıl anlayabilirsiniz üzüntüsünü ve o nasıl anlayabilir, her zaman yanında olduğunuzu? Bir sevgi düşünün; gözlerde ışıltı yaratıyor, yüzde tebessüm, yanaklarda pembelik. Peki hangi mesaj anlatabilir bu sevgiyi size? Velev ki çok kızdınız birine attınız zehir zemberek mesajları, yüzüne bakmazsanız anlayabilir misiniz ne kadar mahcup olduğunu ya da sizin ne kadar haksız olduğunuzu? Anlayamazsınız. 

İnsanlar kendilerini mesajlar yoluyla anlatmaya çalışıyor. Yalan, yanlış anlatmıyorlar ama hiç bir zaman gerçek de olmuyor.  WhatsApp sadece bir isim ve bir örnekten başka bir şey değil. Benim de en çok kullandığım programlardan biri. Faydalarını gözardı edecek değilim tabi ki. Benim isteğim yüz yüze bakmak, konuşmak ve paylaşmak. Bu gibi programları tamamen görmezden gelecek kadar çağ dışı değilim. Ama yine de Kahrolsun WhatsApp, Yaşasın Muhallebiciler!

(Muhallebici diyerek bütün geçkinlere selam çakmış olduk.)

17 Eylül 2018 Pazartesi

Bencilsin Güzel Kardeşim!

(Kendime...)

Bıçak sırtı bir konuya değinip, kendim de dahil olmak üzere, okuyanları uyuz edecek bir yazıya imza atıyorum. Başıma bir şey gelmeyecekse sözlerim sana, bana, hepimize.

Hadi itiraf et; sabah trafikte araba kullanırken, kahvecide oturacak yer ararken, hani dün işi Mehmet'e kitlerken, hatta sokakta kedileri beslerken bencil değil miydin? Hepsini kendin için yapmadın mı? Başlıkta da çok net bir şekilde belirttiğim gibi "bencilsin" güzel kardeşim.

Bu dünyaya gelişimizin bir amacı olduğunu düşünüyorsanız eğer, hemen bu yazıyı okumayı bırakın. Okumaya devam edenler için söylüyorum; büyük bir planın parçası olduğunuzu, çok önemli olduğunuzu unutun. Dünya bir kişinin etrafında dönmeyecek kadar büyük ve karmaşık, Evren akıl almayacak derecede uçsuz bucaksız. Canlı bütün organizmaların yaptığı gibi biz de hayatta kalabilmek için üremek, bölgemizde hakimiyet kurmak ve sürekli daha güçlü olmak içgüdüleriyle yaşıyoruz. İşte bu hayatta kalma içgüdüsü bizi bencil yapıyor. Hep daha iyisini elde etme arzusu, fakirsen zengin olma, zenginsen daha zengin olma isteği hep bencilliğin kanıtları. ("Ben öyle değilim" dediğini duyar gibiyim. Duymamazlıktan gelip devam ediyorum.)

Sadece maddi olarak düşünmeyelim. Zaten insanın maddi olarak elde ettiği ya da elde etmek istediği her şey manevi tatmin için değil mi? Gücü, mutluluğu hissetmek için. Yoksa neden hep daha büyük ev, daha lüks araba, daha akıllı telefonun peşinde olalım ki. Çok güçlü bir hayatta kalma içgüdüsünden bahsediyoruz. Birine merhamet gösterdiğinde, yardım ettiğinde alacağın karşılık seni daha güçlü daha mutlu hissettiriyor, kalbinin derinliklerinden tam olarak tanımlayamadığın duygular fışkırıyor. Değersiz hissettiğin hayatını bir anlığına da olsa önemli konuma getiriyor. Tabi ki bu tanımlamaya uymayan, manevi tatmini sipiritüel mecralarda bulan insanlarda mevcut. Ama lütfen akıllı telefonundan ya da bilgisayarından bu yazıyı okuyup "ben çok sipiritüel bir insanım" deme. Değilsin. 

Günümüzdeki evlenme ve çocuk yapmanın ne kadar popüler olduğunu söylememe gerek yok. Peki ya böyle bir dünyaya yeni bir yaşam, yani bir bebek getirmek nasıl bir çılgınlık? Her an bir patlamada yaşamını yitirebileceği, cinsel istismara maruz kalabileceği, hormonlu yiyecekler yüzünden çeşitli hastalıkların pençesine düşebileceği bir dünyaya. Sadece onu sevebilmek hissini yaşamak ve çoğalmak için bir araya geliyor ve hatta dünyaya getirdiğimiz o bebeğe aşkımızın meyvesi adını veriyoruz. Tam bir manevi tatmin. İnanılmaz bir üreme ve var olma içgüdüsü. Korkunç bir bencillik!

Bencil olmamaya çalıştığımızda da, mutsuzluğun, hemen iki adım öteden bize göz kırpıyor olduğunu fark ettim. Demoklesin kılıcı gibi tepemizde bekliyor, o kritik darbeyi indirebilmek için doğru zamanı kolluyor. Bir an için bencil olmayayım dediğin anda diğer insanlar seni mutsuz etmek için sıraya giriyor. Neden mi dersin? Çünkü hepsi bencil be güzel kardeşim. 

Aslında anlatmak istediğim, bencil olmak o kadar da kötü bir şey değil. Tek ihtiyacımız olan şey mutlak dürüstlük. Kendimize ve çevremize dürüst olduğumuz sürece bencil olmamızın kimseye zararı olmayacak. Kendi isteklerini arzularını bir kenara koyarak bu hayatta mutlu olamayacaksın. Dürüst bir şekilde isteklerini paylaştıkça etrafında sana saygı gösteren seni gerçek halinle seven insanlar kalacak. Kendi isteklerinden vazgeçtiğinde dahi bunu  Onlar için bencilliğinden vazgeçtiğin kişiler ise yavaş yavaş kaybolacak.  Ne kaybedersin ki. Bence bir dene...